14 Aralık 2014 Pazar

Osmanlı'da Misyonerler

Osmanlı topraklarına ilk gelen misyonerler Katoliklerdir. Osmanlı Devleti’nde Katolik misyonerlerin faaliyetlerinin başlangıcı 16. yüzyıl gibi erken bir döneme kadar uzanmaktadır. Fransız ve Cizvit tarikatı mensubu olan bu misyonerler hem Hıristiyanlığı yaymak, hem de İstanbul’daki azınlıkların eğitimi ile ilgilenmek üzere bölgeye gelmişlerdir. Bu eğitim-öğretim faaliyetleri sonucunda St. Benoit, St. Joseph, St. Michel ve Notre Dame de Sion gibi okullar açmışlardır. Ayrıca Dominiken tarıkatı üyelsi misyonerlerin de çabalarıyla Türk topraklarında açtıkları toplam 66 okulda 8269 öğrenci okutmuşlar ve bunları Hıristiyan kültürü ile yetiştirmişlerdir.
Cizvit ve Dominikenler yoğun olarak İstanbul, İzmir, Halep, Suriye, Filistin, Mısır, Kıbrıs ve Yunanistan’da faaliyet yapmışlardır. Bunlar kapitülasyonlardan da yararlanmışlar ve Papalığın bütün desteğini arkalarına almışlardır. Fransız Katolikler bundan başka Osmanlı Devleti ile Fransa arasındaki iyi ilişkilerden yararlanarak Roma ve Bizans kiliselerini birleştirme gayesini gütmü ş lerdir .
Fransız misyonerler, o zamanlar Osmanlı toprağı olan Suriye ve Lübnan üzerindeki çalışmaları ile de Fransa’nın bölgeye yönelik emperyalist gayesine hizmet etmişlerdir. Nitekim I. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı’nın çekilmesinden sonra bu iki bölge de Fransa’nın işgaline uğramıştır. İşte bu işgalin tarihi arka plânı o yıllara kadar uzanmaktadır. Bu misyonerler açtıkları okullar, hastaneler ve yetimhaneler ile Katolik Hıristiyanlığı yayma çalışmaları altında ülkelerinin işgalci ve sömürgeci emellerine hizmet etmişlerdir.
Fransız misyonerlerden başka İtalyan ve Alman misyonerler de Osmanlı coğrafyasına gelerek okullar, hastaneler, dispanserler ve yetimhaneler açarak faaliyetlerini yürütmüşlerdir.

Prens Sebahattin

1877’de İstanbul’da doğdu. Babası Mahmut Celalettin Paşa’nın II. Abdülhamit’le ters düşmesi ve Fransa’ya kaçması ile Prens Sabahaddin için de Paris’te yetişmek mukadder oldu. 
Paris’te Jön Türk hareketinin öncülüğünü yaptı. Başlangıçta İttihat ve Terakki Fırkası ile aynı düşüncelere sahip olmasına karşılık, Science Sociale akımının düşüncelerini benimsemesi sonucunda İttihat ve Terakki’ye karşı Osmanlı Ahrar Fırkası’nı kurdu. 1952 Paris’te vefat etti. Eserleri:
Türkiye Nasıl Kurtulabilir? Teşebbüs-i Şahsi ve Tevsi-i Mesuniyet Hakkında Bir İzah, Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i  Merkeziyet Hakkında İkinci Bir İzah, Mesleğimiz Hakkında Üçüncü ve Son Bir İzah, İttihat ve Terakki Cemiyetine Açık Mektuplar.

Batı sosyolojisi Türkiye’ye iki koldan girer. Bunlardan biri Ziya Gö-kalp’in temsil ettiği Durkheim sosyolojisi idi. Diğeri ise, Le Play (1806-1882) ekolünün takipçisi olan Edmond Demolins’in (1852-1907) fikirleri çerçevesinde Osmanlı toplumunu açıklamak isteyen Prens Sabahaddin akımıdır. 
Prens Sabahaddin Gökalp’ten farklı olarak Batı’da yetişmiş; Batı kül-türünü benimsemiş bir Türk sosyoloğudur. Bu nedenle o, Osmanlı’nın çö-küşünü Gökalp’ten farklı olarak, Türk toplum yapısında bulur ve bu yapının değişmesini ister. 
Prens Sabahaddin’in kendine has bir sosyoloji kurup geliştirmesi söz konusu değildir. Onun yaptığı iş Le Play ve Demolins’in sosyolojilerini Türk toplumuna uyarlamaktan ibarettir. Demolins’-in A quoi tient la supériorité des Anglo-Saxons (Anglo-Saksonlar’ın Üstünlüğü Neden İleri Geliyor) adlı kitabı Prens Sabahaddin’in düşüncesinin temelini oluşturur. Demolins bu eserinde toplumları kamucu ve bireyci, (Prens Sabahaddin’in Türkçesi ile “tecemmuî” ve “infirâdî”) adını verdiği iki tipe ayırır. Birinci tip toplumlarda ferdin değil ancak aile, kabile, klan ya da devlet gibi zümrelerin üstün olduklarını söyler ve buna Doğu toplumlarını örnek olarak verir. İkinci tip toplumlarda ferdin önem kazandığını, toplumsal zümreleşmenin ferdin etrafında meydana geldiğini söyler ve bu tipe de Anglo-Sakson toplumlarını örnek gösterir. Prens Sabahaddin de Demolins’in bu görüşleri çerçevesinde, yazdığı kitaplarda Osmanlı toplum yapısını “tecemmuî toplum” olarak değerlendirir. Böylece o Osmanlı toplumunun maruz bulunduğu hastalığın ana kaynağını sahip olduğu bu kamucu yapısında bulur, kurtuluşun çaresini de kamuculuktan bireyciliğe geçişte görür. 
Prens Sabahaddin, sosyal yapı konusunda, yönetim kuvvetinin durumu üzerinde pek fazla durmaz. Ona göre yönetim şekli sosyal yapının sebebi değil sonucudur. “Bir toplumu ve yönetim kuvvetini düzeltebilmek için, önce o toplumun yapısını tanımalı ve diğer yapılarla arasındaki farklılıkları belirleyebilmeli” demektedir. 
Bilindiği gibi M. Kemal Atatürk, Gökalpin milli-merkezi yönetim gö-rüşünü benimsemiş ve Türk Devleti’nin inşası tercihini bu yönde kullanmıştır. Ancak günümüzde, küreselleşme olgusunun dayatmaları, Türkiye’de merkeziyetçi yapıdan adem-i merkeziyetçi (merkez dışı) yapıya geçmeyi zorlamaktadır. Daha açık bir ifade ile Atatürk’ün Türklük merkezli milli devlet ideali, küreselleşme olgusunun tehditi altındadır.

Çimpe Kalesi'nin Alınmasının Önemi

Çimpe kalesi, Balkan topraklarının Güneydoğu kıyısında Gelibolu’da bulunmaktadır. Bu kale 14. yüzyılın ortalarında yani 1352 yılında Osmanlı Devleti tarafından alınmıştır. Osmanlı Devletinin Çimpe kalesini alması Rumeli’ye geçiş noktasında önemli bir adım olmuştur. Kalenin bulundu bölge olan Gelibolu’da Çimpe kalesinin adı Cinbi ya da Çinpi olarak geçmektedir.
Osmanlı Devletinin Çimpe kalesini fethetmesi, tıpkı İstanbul’un fethi kadar önemli bir tarihi olay olmuştur. Çimpe Kalesi alındıktan sonra Orhan Bey, Çimpe kalesini Balkanlarda askeri üs nitelğinde kullanmıştır.
Osmanlı Devleti için Çimpe kalesinin alınmasının önemi;
– Osmanlı Devleti ilk kez Rumeli Yakasından kale alarak ilk kez Rumeli topraklarına ayak basmışlardır.
– Orhan Bey zamanında Çimpe Kalesi, Balkanlarda askeri üs vazifesi görmüştür.
– Yukarıda da dediğimiz gibi kale Gelibolu yarımadasındadır. Gelibolu da stratejik yönden önemli bir konumda olduğundan dolayı Çimpe kalesinin de yeri oldukça önemlidir.
– Çimpe Kalesi, hem Çanakkale Boğazına hem de Saros Körfezine komşudur.

İspanya'da Endülüs Emevi Mimarisi

İspanya, daha önce 711 yılında Emeviler Döneminde Müslümanların eline geçmişti. Abbasi Devleti’nin kurulmasıyla Emevi halifesi Hişam’ın torunu İspanya’da Endülüs’e gelmiş ve burada Kordoba merkez olmak üzere bir emirlik kurmuştur (756).
İspanya’da 8. yüzyıldan 11. yüzyıla değin egemenlik süren Müslümanlar kendi sanatlarını, Avrupa anakarasının güneybatı ucunda görkemli bir biçimde oluşturup yaşatmışlardır. Endülüs’te dikkati çeken iki önemli yapı Kor-doba Camisi ve Elhamra Sarayı’dır.
Kordoba Camisi (786): 1. Abdurrahman tarafından yaptırılan caminin ilk şekli dokuz sahınlı ve on iki kemer gözlü bir bölüm ile re-vaklı bir avludan oluşmaktadır. Düz çatı ile kapatılan sahınlar, güney duvarına diktir. Orta sahın diğerlerinden daha geniştir.
Yüzlerce sütunla ve iki katlı kemerlerle bir ormanı andıran caminin içi, kırmızı tuğla ve beyaz taşın birlikte kullanılmasıyla göz alıcı bir manzara sergilemektedir. İlk kez bir camide at nalı biçiminde kemer kullanılmıştır.
Camiye birçok ekleme yapılmıştır. Bu eklemelerin en güzeli II. Hakem’in yaptırdığı minberdir. Minber, işlenmiş küçük tahta panolarla ve fil dişinden kakmalarla süslenmiştir.
Elhamra Sarayı: İspanya’nın Granada kentinde 14. yüzyılda yapılmıştır. Sarayın yapımında malzeme olarak kireç, çakıllı kum ve balçıktan karılan kırmızı renkli bir kerpiç kullanılmıştır. Sarayın adı olan Elhamra, Arapça “kırmızı” anlamına gelmektedir. Saray üç bölümden oluşmaktadır: Hükümdarın davalara baktığı ve halkını kabul ettiği meşver bölümü, taht salonu ile birlikte resmî kabuller için kullanılan divan bölümü ve tamamen kadınlara ait olan harem bölümü.
Sarayın iç düzeni oldukça karmaşık olup sayısız koridoru ve avluları bulunmaktadır. Mermer malzemeden yapılan duvarları çok ince işlenmiştir. Bahçesindeki aslan heykelleri ile süslü Aslanlı Havuz çok ünlüdür. 
Elhamra Sarayı, hem İspanya’daki İslam yapılarının hem de dünya sanat tarihinin en güzel yapılarından biri olarak kabul edilmektedir.

Mezopotamya'nın Coğrafi Özellikleri

Dicle ve Fırat’ın kaynak aldığı Anadolu topraklarından başlayıp Basra Körfezi’nde döküldüğü yere kadar olan bölgeye Mezopotamya denir ve sözlük anlamı “2 nehir arasında”dır.Mezopotamya'da ürün yetiştirilebilecek sıcaklığa ve yağışa sahip olan bir iklim vardır.
Ayrıca taşkın ovalarından dolayı zengin toprak niteliğindedir ve Dicle ile Fırat’ın da sulamasıyla çok çeşitli hayvan ve bitki türlerini barındırır.
Coğrafi olarak ise kuzey ve kuzeydoğusunda yüksek dağlar ve güneyinde çölle kaplı geniş alanlar bulunmaktadır.Zamanla tarıma uygun olmayan bölümlerine de sulama kanalları yapılaşmış köyler gelişmiş ve şehir haline gelmiştir.

Paleolitik Çağ'ın Özellikleri

Tarih öncesi uygarlığının gelişme sürecinde, kültürel evrelerin en uzunu ve buzul çağlarının kültürel karşılığı olan; insanlığın ilk ortaya çıkışından, M.Ö yaklaşık 10.000 yıl öncesine kadar süren arkeolojik çağ. Bu çağda çaytaşı, çakmaktaşı, hayvan kemikleri ve ağaç gibi doğal maddelerden yapılan ilk aletlerin kullanılmaya başlandığı ve insanların mağara, kaya sığınağı gibi yerlerde "büyük gruplar"/"kalabalık aileler" biçiminde yaşadıkları bilinmektedir.

Paleolitik insan, besinini avcılık ve toplayıcılık yoluyla tüketime hazır olarak sağlamakta; kendisi besin üretmemekteydi. Ateş, bu çağda bulunmuş ve çiğ yenemeyen besinleri pişirmeye, ısınmaya, yırtıcı hayvanlardan korunmaya yaramıştır. Mağara ve kaya sığınaklarının duvarlarına çizilen resimler yine bu çağın belirgin özelliklerindendir.

Paleolitik Alt, Orta ve Üst olmak üzere üç alt döneme ayrılmaktadır. Epipaleolitik Çağ ise, doğayı denetimi altına almaya başlayan insanın, besi üretimine geçişinin hemen öncesinde yer alan çağdır. Anadolu ve Trakya için ise, bugüne kadar bilinen 212 Paleolitik/Epipaleolitik yerleşme arasında Yarımburgaz (İstanbul) ve Karain (Antalya) mağaraları, bu çağı en iyi yansıtan yerleşmelerdir. 

Orhun Yazıtları



Orkun Yazıtları bir çeşit siyasi hatırat, tarih ve beyanname niteliği taşımaktadır. Orkun Yazıtlarında ve Orkun-Yenisey bölgelerindeki çeşitli çağlara ait diğer yazılı belgelerde işlek bir nesir dili göze çarpar. Bu durum, Türkler arasında, Gök Türkler'den önce de bir okuma-yazma durumu olduğunu gösterir. Orkun yazıtları hitâbet üslubu ile yazılmıştır. Bilge Kağan'ın yeğeni Yolluğ Tigin'in yazdığı Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarında, Bilge Kağan, atalarının nasıl devlet kurduklarını, tahta geçtiği sırada devletin ne durumda olduğunu, kendisinin ne gibi önemli faaliyetlerde bulunduğunu, bir dereceye kadar milletine hesap verir gibi, zaman zaman gururlu bir anlatımla ortaya koymuştur. Kül Tigin ve Bilge Kağan Yazıtlarının önemli bir kısmı aynıdır. (Kül Tigin Yazıtı güney yüzü Bilge Kağan Yazıtı kuzey yüzü, Kül Tigin Yazıtı doğu yüzü Bilge Kağan Yazıtı doğu yüzü)... Kül Tigin Yazıtının diğer bölümlerinde yine Bilge Kağan, Kül Tigin'in başarılı hizmetlerinden söz etmektedir. Kül Tigin ve Bilge Kağan Yazıtlarında adı geçmeyen Bilge Tonyukuk, kendi yazıtında Bilge Kağan'ın askeri başarılarında büyük rol oynadığını, yönetimde de yapıcı faaliyetlerde bulunduğunu anlatmaktadır...

İslamiyet Öncesi Türkler'de Dini İnanç

1. Totemizm
 Eski Türk topluluklarının klan aşamasında inandıkları bir sistemdir.
 Kutsal kabul edilen bitki veya hayvanlara saygıyı içermektedir.
 Kurttan türeyiş efsanesi, totem olgusunun en önemli kanıtıdır.
2. Şamanizm
 Türklerin etkilendiği en önemli inançlardan biri Şamanizm’dir.
 Şamanizm bir din olmayıp daha çok büyü ve gizli güçlere inanma biçiminde ortaya çıkmıştır.
 Bu inancın temsilcilerine şaman denilmiştir.
 Şamanlıkta şifa vericilik esastır.
3. Doğalar Kültü (Tabiat Kuvvetlerine İnanma)
 Eski Türkler; dağ, tepe, kaya, ırmak, vadi, ay, güneş gibi varlıklarda birtakım gizli güçlerin olduğuna inanmışlardır.
 Doğadaki bu ruhlara idig, yer-su denilmiştir.
4. Atalar Kültü
 Eski Türklerde ölen kişilere ve atalara ait hatıralar kutsal sayılmıştır.
 Türkler, ölmüş atalarının ruhlarının kendilerini koruduğuna inanmışlar ve onlar için kurban kesmişlerdir.
 Atalara ve onların mezarlarına yapılan saldırılar savaş nedeni bile olabilmiştir.
5. Gök Tanrı İnancı
 Eski Türklerde en yaygın olan inançtır.
 Bu inanca göre Gök Tanrı; can veren, yaşatan ve öldürendir. Ayrıca Tanrı, insanlara yol gösterir ve onlara hükmederdi.
 Gök Tanrı inancında,
 Tanrı tektir. Tanrı soyuttur.
 Temizlik önemli bir unsurdur.
 Kurban kesme geleneği mevcuttur.

Türkler'de Aile

Tarihin en eski kavimlerinden biri olan Türklerde aileye verilen değer, asırlar boyunca Türk toplumunun güç kaynağı olmuştur.
Türklerde toplumun çekirdeği ailedir. Türk aile düzeni, toplumsal düzenin sigortası gibi görülmüştür. Türk efsane ve mitolojilerinde aile kutsaldır. Türk masallarında ana baba ve çocuklardan oluşan aile, masalların temel öğesidir. Masallarda murada erme mutlu bir aileye, yuvaya sahip olma anlamına gelir. Arkeolojik kazılardan elde edilen buluntular, tabletler, destanlar, eski Türklerin aile yapısı konusunda önemli bilgi kaynaklardır.
inceleme ve araştırmalar, aynı din ve ırktan olmakla birlikte, farklı zaman ve coğrafyalarda, farklı ekonomik ve sosyal koşullarda yaşamış Türk topluluklarında, aile yapısında farklılıklar görülse de yine de ana karakterin korunduğunu ortaya koymaktadır.
Türklerde ailenin özelliklerini ve gelişimini üç evreye ayırarak inceleyebiliriz.
– İslamiyet’ten önce Türk ailesi
– İslam kimliği içinde Türk ailesi
– Batı uygarlığı etkisinde Türk ailesi
Kaynaklardan elde edilen bilgilere göre Türklerde ailenin temel özellikleri şunlardır:
– Ana baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile Türklerde en eski ve en yaygın aile modelidir.
– Tek eşle evlilik (monogamy) Türk ailesinin karakteristik özelliğidir.
– Türk ailesinin temeli dışarıdan evlenmeye dayalıdır.
– Türklerde kadının aile içinde önemli bir yeri vardır. Kadın kocasının yanında yer alır. Kocanın olmadığı durumlarda onun görev ve yetkilerini üstlenir.
– Ekonomik hayatta kadın ve erkek işbirliği, yardımlaşma söz konusudur.
– Akrabalık hem ana hem baba soyunu izler.
M.S. 8.yüzyılda Türklerin İslamiyet’i kabul edişi ile birlikte diğer sosyal kurumlar gibi aile kurumu da İslami normların etkisinde kalmıştır. Türk töre ve gelenekleriyle İslami normlar, bir sentez oluşturacak biçimde aile dokusunu biçimlendirmiştir. Osmanlı Devleti Türk-İslam karakterli bir devlettir. Şer’iyye sicilleri, tereke defterleri, tapu kayıt defterleri, padişah fermanları, fetvalar, Osmanlı ailesiyle ilgili çalışmalarda başlıca bilgi kaynaklardır.
Osmanlı toplumunda tek tip bir aile modeli yoktur. Farklı aile tipolojileri ve aile yaşamları görülebilmektedir. Görülen bu farklılığın nedeni dini olmaktan çok bölgesel etnik olmaktan çok coğrafidir. Osmanlı ailesinde tek eşlilik yaygındır. Serbest olduğu dönemlerde bile erkeğin birden fazla kadınla evliliği rağbet gören bir evlilik şekli olmamıştır, imparatorluğun büyük şehirlerinde çekirdek aile tipi yaygındır. Geleneksel şehir ve köylerde ise; üretim, iş bölümü ve ailenin güvenliği açısından geleneksel aile tipinin tercih edildiği görülür. Türk-İslam anlayışına göre aile kurumunun ana amacı, neslin devamıdır. Dolayısıyla çocuk sahibi olmak ve çocuk yetiştirmek ailenin temel görevidir.


Islahat Fermanı'nın İlan Edilme Nedenleri

Bu fermanın kabul edilmesindeki en önemli neden,devletin dağılmasını önlemektir
-Gayri müslimler ve yabancılar hedef alınarak çıkarılan bir fermandır
-Dış baskılar sonucunda ortaya çıkmıştır(1856 Paris Antlaşması)
-Fransa' nın ısrarı ile diğer devletlerin de katılımıyla(İngiltere,Avusturya ) fermanın maddeleri belirlenmiştir.Islahat fermanı çıkış kaynağını yabancı devletlerden alır. Paris antlaşmasında yer aldığı için uluslar arası bir sorun haline gelmiştir.
-Osmanlı devleti Paris antlaşmasının şartlarını kendi lehine çevirebilmek için bu fermanı ilan etmek zorunda kalmıştır.

Islahat fermanının asıl hedefi
- Müslümanlar ile gayri müslimler arasında her yönden tam bir eşitlik sağlamaktır. 
- Din, vergi, yargılama, eğitim, devlet memurluğu ve temsil alanında o zamana kadar olan farklar kaldırılıyordu. 
- Hukuki niteliği olarak ıslahat fermanı ferman niteliğindedir. 

Paris Anlaşması görüşmeleri sürerken Islahat Fermanı ilan edilmişti.(1856) Bu Fermanla ilgili bir madde Paris Anlaşmasında da yer aldı.

Açıklama: Islahat Fermanı kaynağını ve ortaya çıkış nedenini yabancı devletlerden almaktadır. Bu Fermanın esasları Fransa'nın ısrarı ile Avusturya, İngiltere ve Fransa tarafından belirlenmiştir. Osmanlı Devleti Paris antlaşması şartlarını lehine çevirmek için bu fermanı ilan etmiştir.

Tanzimat Fermanı'nın Önemli Maddeleri

 Müslüman ve Hıristiyan bütün Osmanlı vatandaşlarının can, mal, ırz ve namus güvenliği sağlanacaktır. (Bu hükümle Osmanlı halkına din ayrımı yapmaksızın eşitlik tanınmış, yasama hakkı güvence altına alınmıştır.)

- Kimse yargılanmadan cezalandırılmayacak, öldürülmeyecek, mahkemeler herkese açık olacak ve yasalar eşit olarak uygulanacaktır. (Bu hükümle yasaların üstünlüğü ön plana çıkarılmış, kanun önünde eşitlik ilkesi getirilmiş ve batılı tarz hukuk kuralları geçerli olmaya başlamıştır. Bu durum Osmanlıcılık düşüncesinin temeli olmuştur.)

- Vergiler herkesin kazancına göre ve belirli yöntemlere göre toplanacaktır. (Bu hükümle vergi adaletsizliği ortadan kaldırılmıştır.)

- Askere alma ve terhis işlemleri belirli esaslara göre yapılacaktır. (Tanzimat Fermanı’yla askerlik ocak usülü olmaktan çıkarılıp vatan hizmetine dönüştürülmüştür. Hıristiyanların askere gitme zorunluluğu ortaya çıkmıştır.)

- Herkes mal-mülk edinebilecek, dilerse bunları satabilecek ya da miras bırakabilecek.(Bu hükümle bütün Osmanlı vatandaşların mülkiyet hakkı güvence altına alınmış ve kişilerin zenginleşebilmesine imkân tanınmıştır.)

- Rüşvet ve iltimas(adam kayırma) yasaklanmıştır. (Bu hükümle halkın yöneticilere güven duyması sağlanmaya çalışılmıştır.)

Terörizm Türleri

  • Ulusal Terör: Devletin ülkesi içinde meydana gelen, dış kaynaklı hiçbir terör örgütü ile işbirliği içinde bulunmadan gerçekleştirilen ve başka bir devletin veya şahsın menfaatini veya zararını hedef almayan eylemlerdir. Devletin hukuki düzenini hedef almaktadır.
  • Devlet Terörü: Bir devletin kendi ülke sınırları içinde kendi vatandaşlarına karşı uyguladığı sistematik şiddet eylemleridir ve aynı zamanda devlet aktörleri tarafından İnsan Hakları Hukuku ihlali içinde gerçekleştirilen kapsamlı, yaygın, sistematik şiddet kullanımıdır.
  • Politik Terör: Politik amaçlar için toplumda korkuyu teşvik etmek için yapılan şiddet eylemleridir.
  • Uluslararası Terör: Uluslararası sonuç doğuran terörist eylemlerdir. Ulusal bir sisteme ülke dışından yöneltilen bir şiddet veya şiddet yüklü tehdit eylemidir.
a) Devlet Destekli Uluslararası Terör: Devletler veya devletlerle ilişkili ulus altı gruplar tarafından stratejik, politik, dini amaçlara ulaşmak için hedef toplum üzerinde korku ortamı yaratmaya yönelik şiddet eylemleridir.[9]
       b)Devlet Destekli Olmayan Uluslararası Terör: Terörist eylemde saldırgan ve mağdurun farklı tabiiyete sahip olması, eylemin birden fazla devlet ülkesinde gerçekleştirilmesi, terörist eyleme yabancılık unsuru katsa da devlet desteği olmadığı için devlet destekli sayılmamaktadır.
  • Uluslar ötesi Terör: Devlet dışı aktörlerin uluslararası düzeyde şiddet eylemlerine karışmasını ifade eden terör türüdür. Uluslar ötesi Terörü uluslararası terörden ayıran nokta gerçekleştirilen eylemlerin herhangi bir devlet tarafından yönetilememesi ve kontrol edilememesidir.
  • Etnik Terör: Etnik terör diğer terör türlerine göre daha radikal diyebileceğimiz bir terör türüdür. Çünkü diğer terör türlerine göre daha fazla şiddet içermektedir. Amaca ulaşmak için daha fazla şiddet kullanılmaktadır.

Kösedağ Savaşı'nın Nedenleri


Moğollar, Anadolu Selçuklu Devletinin güçlü hükümdarı Alaeddin Keykubat’dan çekiniyorlardı ve bu sebeple Anadolu coğrafyasına giremiyorlardı. Alaeddin Keykubat’dan sonra Anadolu Selçuklu Devletinin hükümdarlığını devralan 2. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında Babai ayaklanması meydana gelmişti. Selçuklu ordusu, bu isyan sonucunda oldukça yıpranmış durumdaydı. Moğollar, Anadolu Selçuklularının içine düştüğü bu zor durumdan istifade ederek Anadolu İçlerine doğru sefere çıkmak üzere İran’da bulunan Moğol ordularının komutanı Baycu Noyan’ı başa getirdiler. Baycu Noyan, Kafkasya’daki Gürcü ve Ermeni kuvvetlerinde desteğini kazanarak Anadolu Selçukluların üzerine sefer hazırlıklarına başladı. Babai İsyanından sonra patlak veren Baba İshak isyanını fırsat görerek 1242 senesinde Erzurum’a ilk saldırısını gerçekleştirdi. Büyük zulümler ve katliamlar yaparak savunmasız Müslüman halkın mallarını gaspedip şehirlerini yağmaladılar. Gıyaseddin Keyhüsrev, bunu haber alınca 80 Bin kişilik bir orduyla Sivas’a karargah kurup Baycu Noyan’ın taarruzunu karşılamaya hazırlandı. Baycu Noyan, bunu haber alınca seferini sonuçlandırmak için ordularını Sivas’a doğru yürüttü. Gıyaseddin Keyhüsrev, babası Alaeddin Keykubat kadar tecrübeli ve kudretli bir hükümdar değildi. Yeteri kadar savaş tecrübesi olmaması sebebiyle önemli kararları ordu komutanlarının kararlarıyla verebiliyordu. Moğolların harekete geçtiğini öğrenince komutanlarına danışarak ikmal imkanları hasebiyle Sivas’da yerleşip buradan savunma yapmaları telkinini aldı. Ancak devlet erkanının tavsiyeleri taarruz etmek yönündeydi. Ordu komutanlarının tavsiyelerine değil devlet erkanında görevli siyasilerin tavsiyelerine itibar eden Gıyaseddin Keyhüsrev, ordusunu Siavs’ın 80 Km. doğusuna kadar ilerleterek Kösedağ mevkiinde sulak ve otlak bir alana yerleşti. Bu alan askeri teknikler açısından oldukça dez avantajlıydı. Zira Moğol taarruzlarına karşı savunma hatları nizami değildi ve düzen bozabilecek taarruzlara karşı yeteri kadar güvenli bir bölge niteliği taşımıyordu.
 

Osmanlı'da Musiki

Osmanlı klasik ve halk müzikleri ve tasavvuf müziği çok zengindi. Osmanlı müziği çok sever ve hastalıkların tedavisinde kullanmanın sırrına vakıf olduklarından çok önem verirdi. Osmanlı’da müzik şu kollara ayrılırdı:
Halk Müziği: Bölgelere göre farklılık gösterir. Saz kullanımı azdır. Daha çok söz müziğidir. Klasik müzik ile aynı makam ve usulleri daha dar bir çerçevede ve daha basit bir üslup içinde kullanır. En zengin örnekleri Rumeli Türküleri’nde ve İstanbul Türküleri’nde görülür.
Dînî Müzik: Cami müziği ve tasavvuf müziği olarak ikiye ayrılır.  Cami müziğindesaz kullanılmaz, yalnız ses kullanılır. Önce Kur’ân-ı Kerim okumak gelir. Her hafız mutlaka makam öğrenir. Türk makamları ile Kur’ân-ı Kerim okumak, Türk hattatlarının yazdığı Kur’ân gibi çok makbuldür. Mevlid, Türklere mahsus diğer bir cami müziğidir. Türkler, her vesileyle mevlid okuturlar. Mevlid, Süleyman Çelebi’nin, XV. Yüzyıl’ın ilk yıllarında Bursa’da nazmettiği, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in hayatı üzerinde mesnevi formunda çok tesirli uzun bir manzumedir. Müzik ile camide veya herhangi bir meskende, merasimle okunur. Tasavvuf müziği, tasavvuf şairlerinin başta Yunus Emre olmak üzere, manzumelerinin bestelenmesidir. Başlıca formu ilâhî denen dînî şarkıdır, güfteye ise Arapça şugl denir. Başka formlarda vardır. Tasavvuf müziğinin en büyük şubesini Mevlevî Müziği oluşturur. Mukabele denen Mevlevî ayinlerinde ayin-i şerif denen çok uzun beste okunur ki, umumiyetle Mevlâna’nın Farsça güfteleri üzerine bestelenir. Tasavvuf müziğine sazlar da katılır. Mesela ney, Mevlevîlerin kutsal sazıdır.
 Askerî müzik, mehter müziğidir.

Yaklaşık 600 yılı kapsayan bu Osmanlı döneminde, Türk müzik kültürünün üç ana türü olan halk müziği, geleneksel sanat müziği ve geleneksel askerî müzik, XIX. Yüzyıl’ın ilk çeyreğine kadar Türk müzik yaşamına bütünüyle egemen oldu ve 1826’dan başlayarak İstanbul’un saray çevresinde uluslararası sanat müziğinin örnekleri de seslendirildi.
Geleneksel Türk sanat müziği, soylu, derinlikli özellikleriyle “divan müziği”, “klâsik Türk müziği” gibi adlarla da anıldı ve özünde daima kentsel Osmanlı müziğini temsil etti. Bu müzik, dînsel ve dîn dışı olmak üzere ikiye ayrılırdı. Dînsel yönüyle “cami müziği” ve “tasavvuf müziği”ni kapsadı. Dîn dışı formların önde gelenleri ise, şarkı, aranağme, gazel, taksim, peşrev, medhal, saz eseri, semai, beste, kâr, kâr-ı natık ve fasıl’dı.

Cizvitler

15 Ağustos 1534'de, Loyola'lı İgnatius ve Paris Üniversitesi'ndeki altı öğrenci tarafından kuruldu.Günümüz İspanya'sındaki Navarre Krallığından Francisco Xavier, Alfonso Salmeron, Diego Laynez, İspanya'lı Nicholas Bobadilla, Savoy'dan Peter Faber ve Portekiz'den Simão Rodrigues Paris'in dışındaki Montmartre'de buluştular.[2]
Cizvitlerin benzer tarikatlardan en önemli farkının örgüt yapısında olduğu görülür. Tarikat üyeleri her zaman göze batmadan her türlü toplum içerisinde, o toplumun insanları ile aynı düzeyde ve uyum içerisinde yaşarlardı. Tarikat, ilk gününden itibaren kısa vadeli hedefler yerine hep uzun vadeli hedeflere yönelmiş ve özellikle insana yatırım yapmıştır. Gerçekten de insana yapılan yatırımlar sayesinde Cizvit tarikatı çok kısa sürede Avrupa'nın en önemli siyasi ve ekonomik gücü haline gelmiştir.

Mondros Ateşkes Anlaşması'nın Başlıca Hükümleri

1- Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının açılması, Karadeniz'e serbestçe geçişin temini ve Çanakkale ve Karadeniz istihkamlarının İtilaf Devletleri tarafından işgali sağlanacaktır.

2- Osmanlı sularındaki bütün torpil tarlaları ile torpido ve kovan mevzilerinin yerleri gösterilecek ve bunları taramak ve kaldırmak için yardım edilecektir.

3- Karadeniz'deki torpiller hakkında bilgi verilecektir.

4- İtilaf Devletlerinin bütün esirleri ile Ermeni esirleri kayıtsız şartsız İstanbul'da teslim olunacaktır.

5- Hudutların korunması ve iç asayişin temini dışında, Osmanlı ordusu derhal terhis edilecektir.

6- Osmanlı harp gemileri teslim olup, gösterilecek Osmanlı limanlarında gözaltında bulundurulacaktır.

7- İtilaf Devletleri, güvenliklerini tehdit edecek bir durumun ortaya çıkması halinde herhangi bir stratejik yeri işgal etme hakkına sahip olacaktır.

8- Osmanlı demiryollarından İtilaf Devletleri istifade edecekler ve Osmanlı ticaret gemileri onların hizmetinde bulundurulacaktır.

9- İtilaf Devletleri, Osmanlı tersane ve limanlarındaki vasıtalardan istifade sağlayacaktır.

10- Toros Tünelleri, İtilaf Devletleri tarafından işgal olunacaktır.

11- İran içlerinde ve Kafkasya'da bulunan Osmanlı kuvvetleri, işgal ettikleri yerlerden geri çekilecekler.

12- Hükümet haberleşmesi dışında, telsiz, telgraf ve kabloların denetimi, İtilaf Devletlerine geçecektir.

13- Askeri, ticari ve denizle ilgili madde ve malzemelerin tahribi önlenecektir.

14- İtilaf Devletleri kömür, mazot ve yağ maddelerini Türkiye'den temin edeceklerdir.(Bu maddelerden hiç biri ihraç olunmayacaktır.)

15- Bütün demiryolları, İtilaf Devletleri'nin zabıtası tarafından kontrol altına alınacaktır.

16- Hicaz, Asir, Yemen, Suriye ve Irak'taki kuvvetler en yakın İtilaf Devletleri'nin kumandanlarına teslim olunacaktır.

17- Trablus ve Bingazi'deki Osmanlı subayları en yakın İtalyan garnizonuna teslim olacaktır.

18- Trablus ve Bingazi'de Osmanlı işgali altında bulunan limanlar İtalyanlara teslim olunacaktır.

19- Asker ve sivil Alman ve Avusturya uyruğu, bir ay zarfında Osmanlı topraklarını terk edeceklerdir.

20- Gerek askeri teçhizatın teslimine, gerek Osmanlı Ordusunun terhisine ve gerekse nakil vasıtalarının İtilaf Devletleri'ne teslimine dair verilecek herhangi bir emir, derhal yerine getirilecektir.

21- İtilaf Devletleri adına bir üye, iaşe nezaretinde çalışacak bu devletlerin ihtiyaçlarını temin edecek ve isteyeceği her bilgi kendisine verilecektir.

22- Osmanlı harp esirleri, İtilaf Devletleri'nin nezdinde kalacaktır.

23- Osmanlı Hükümeti, merkezi devletlerle bütün ilişkilerini kesecektir.

24- Altı vilayet adı verilen yerlerde bir kargaşalık olursa, vilayetlerin herhangi bir kısmının işgali hakkını İtilaf Devletleri haiz bulunacaktır.

25- Müttefiklerle Osmanlı Devleti arasındaki savaş, 1918 yılı Ekim ayının 31 günü mahalli saat ile öğle zamanı sona erecektir.
.

Lozan'da Çözümlenemeyen Meseleler

        Lozan’da tüm sorunlar çözümlenememiştir. Bunların içinde en önemlileri, Musul sorunu idi. Petrolleriyle ünlü olan bu bölgeyi İngiltere, Türkiye’ye bırakmadığı gibi Hakkari’yi de ele geçirmek istemiştir. Uzun tartışmalara neden olan bu konunun çözümü, Milletler Cemiyeti’ne bırakılmış ve bu cemiyetin kararı doğrultusunda Musul Irak’a dolayısıyla da İngiltere’ye  Hakkari Türkiye’ye bırakılmıştır.

        İkinci önemli bir konu ise Boğazlar sorunu idi. Zira boğazlar sorununun çözüm biçimi egemenlik haklarıyla çelişir nitelik taşıyordu. Ancak bu geçici idi. Yeni Türkiye bunu benimseyemez idi. Nitekim 1936’da kısıtlayıcı hükümler kaldırıldı.


        Üçüncü sorun Hatay idi. Türkiye- Fransa arasında yapılan Ankara İtilafnamesi uyarınca Hatay Türkiye sınırları dışında bırakılmıştı. Lozan’da da  bu sorun Türkiye lehine çözümlenemedi. Mustafa Kemal Paşa’nın başlattığı sistemli ve bilinçli çalışma sonucunda 1939 yılında bu yurt toprakları da ulusal sınırlarımız içine alındı. Balkan savaşları sonucu yitirilen Ege Adaları ( İmroz Bozcaada dışında)  konusunu İsmet Paşa yeniden barış masasına getirdi ise de olumlu bir sonuç alınamadı. Zira devletler hukuku açısından daha önce yapılan antlaşmalar yürürlükte idi. Yunanistan ile olan nüfus değişimi anlaşması da bazı sorunlara neden olmuştur.

Lozan'da Ele Alınan Konular

·         Doğu Sınırı: Ermeni yurdu bahis konusu olamaz. Olur ise görüşmeler kesilecektir.
·         Irak Sınırı: Süleymaniye, Kerkük, ve Musul sancakları istenecektir. Konferansta bundan farklı olarak ortaya çıkacak güçlükler için Vekiller Heyeti’nden talimat alınacaktır. Petrol vesaire imtiyazları sorununda İngilizlere bazı ekonomik çıkarlar sağlanması görüşülebilir.
·         Suriye Sınırı: Bu sınırın düzeltilmesinde olanaklar elverdiğince çalışılacak ve bu sınır şöyle olacaktır: Resi İbn-i Hayn’dan başlayarak Harm, Müslimiye, Meskene, ve sonra Fırat yolu Dirizor, çöl ve nihayet Musul vilayeti güney sınırına ulaşır.
·         Adalar: Duruma göre hareket edilecek ve kıyılarımıza pek yakın meskun olan ve olmayan adalar derhal ilhak edilecek, başarı elde edilemediği takdirde Ankara’dan sorulacaktır.
·         Trakya Batı Sınırı: 1914 sınırının elde edilmesine çalışılacaktır.
·         Batı Trakya: Misak-ı Milli maddesi uygulanacaktır.
·         Boğazlarda ve Gelibolu yarımadasında yabancı askeri kuvvet kabul edilemez. Eğer bu konudaki görüşmeler kesilmeyi gerektirirse kesilmeden önce Ankara’ya bilgi verilecektir.
·         Kapitülasyonlar kabul edilemez. Görüşmelerin kesilmesi gerekir ise yapılır.
·         Azınlıklar: Esas mübadeledir.
·         Düyun-u Umumiye: Türkiye’den ayrılan memleketlere dağıtımı, Yunanlılara devri ,yani tamirata karşılık tutulması, olmadığı takdirde 20 yıl ertelenmesi gerekir. Düyun-u Umumiye İdaresi ortadan kalkacaktır. Güçlükler çıktığı takdirde Ankara’ya sorulacaktır.
·         Ordu ve donanmayı sınırlandıran konu olmayacaktır.
·         Yabancı kurumlar Türk kanunlarına tabi olacaklardır.
·         Türkiye’den ayrılan memleketler için Misak-ı Milli’nin özel maddesi yürürlüktedir.

·         Cemaatler ve İslam Vakıflar Hukuku eski antlaşmalara göre düzenlenecektir.

Kadeş Meydan Muharebesi

·         Harbin gerçek nedeni ise, Mısır ve Hitit devletlerinin birbirine eşit kuvvetler haline gelmesi ve bu iki büyük devletin ekonomik menfaatlerinin Kuzey Suriye toprakları üzerinde birleşmesi idi.
·         IV.Amenofis’in ölümünden sonra Mısırlılar, Suriye toprakları üzerindeki geleneksel haklarını korumak sevdasına kapılmışlar ve bu ideal çerçevesi içinde  I.Sethos, Suriye seferlerine başlamıştı. Her iki taraf içinde gaye aynı idi ve bu iki siyasi gücün çarpışması artık kaçınılmaz görünüyordu.
·         Kadeş harbi hakkında bilgi veren Mısır kaynakları, iki metin ile bir grup kabartmadan ibaret olup, bunlar olayı ayrıntılı bir şekilde ortaya koymaktadır .Bütün bu kaynakların, firavunun emri ile ve tek taraflı bir görüşle meydana getirildiğini unutmamak gerekir.
·         Hitit kaynaklarına gelince; Kadeş muharebesi hakkında bilgi veren Muvattali zamanından kalma bir belge bugüne kadar bulunamamıştır.
·         Mısır kaynakları, her ne kadar firavunun bu savaştan parlak bir zaferle ayrıldığını  beyan etseler de, netice, Hititler’in zaferini göstermektedir.
·         Harbin görünürdeki nedenini teşkil eden Amurru Devleti’nin ilhakı keyfiyetini Hititler başarmış ve harpten önce olduğu gibi harpten sonra da Amurru Şehir Devleti, Hitit egemenliğinde kalmıştır.
·         Muvattali’nin halefleri olan III.Hattuşili ve IV. Tuthalya’nın  Amurru kralları ile yaptıkları antlaşmalar, Hitit zaferinin en kuvvetli delilleridir.
·         II.Ramses’in Suriye seferlerine devam etmesi keyfiyeti de, karşısındaki  mukavemeti hala yenemediğini gösterir.
·         Bu muharebenin kaç yıl sürdüğünü bilmiyoruz.
·         İki taraf arasında barış yapıldığı zaman, Hitit Devleti’nin başında III.Hattuşili bulunuyordu. Muvattali’nin akibeti hakkında bilgimiz yoktur.

·         Kadeş muharebesi ile barış arasında Hitit Devleti’nin iç yapısında bazı olayların cereyan ettiği, III. Hattuşili’nin müdafaanamesinden öğrenilmektedir. Bu vesikaya göre,  Muvattali’nin ölümünden sonra yerine oğlu Urhi-Teşup geçmişti.

Telepinuş Fermanı

·         Telepinuş  Fermanı’nda  Zidanza’nın  öz oğlu Ammunaş tarafından öldürüldüğü anlatılmaktadır.
·         Ammunaş zamanında, memlekette büyük bir kıtlık olmuştu. Ammunaş’ın Testis ve Huzzia adlarında iki oğlu vardı. Telepinuş Fermanı’nda, Huzzia’nın, ağabeyi Testis’i öldürerek tahtı ele geçirdiğini bununla da yetinmeyerek kendisini de öldürtmek istediğini, fakat suikastın meydana çıkması üzerine asiller meclisi olan Pankuş mahkemesine verdiğini anlatmaktadır.
·         Telepinuş  Fermanı’nda Hitit kralının ölümünden sonra kimin tahta geçeceği meselesine de kesin bir çözüm getirmiştir. Buna göre ölen kralın meşru zevcesinden doğan en büyük oğlu, tahtın gerçek sahibidir. Böyle bir oğul yoksa ikinci dereceden  bir kadından doğan en büyük oğlu tahta geçebilir. Kralın şu veya bu şekilde hiçbir oğlunun olmaması durumunda, en büyük kızının kocası, yani damadı kral olabilecektir ki bu da Telepinuş’un durumunu ortaya koymaktadır.
·         Telepinuş’dan evvel, kraliyet ailesi arasında meydana gelen taht mücadelelerinde suçlu bulunan kişi, bütün aile efradı ile birlikte öldürülmek suretiyle kolektif cezaya çarptırılıyor, malına mülküne de devlet tarafından el konuluyordu. Telepinuş, çıkarmış olduğu fermanla bu ilkel cezalandırma yöntemini kaldırmış ve ferdi ceza sistemini getirmiştir. Buna göre suç işlediği iddia edilen hanedan mensubu, önce Pankuş huzurunda mahkeme edilecek, eğer suçlu olduğu delillerle ispat edilirse o zaman cezalandırılacaktı. Geçmişte olduğu gibi kolektif bir ceza sistemi uygulanmayacak, bunun yerine, sadece suçu işleyen kişi ölüm cezasına çarptırılacak, fakat çoluğuna çocuğuna ve mal varlığına kesinlikle dokunulmayacaktı.

·         Telepinuş Fermanı, sadece tarihi açıdan değil, aynı zamanda hukuki bakımdan da önemli bir vesikadır.

I. Murşili

·         I. Hattuşili öldüğünde yerine I. Murşili geçmişti.
·         Hattuşili I.Murşili’ye kuzeyde Karadeniz’den güneyde Haleb’e, doğuda Fırat’tan batıda Ege denizine kadar uzanan bir devlet bırakmıştı.
·         I.Murşili, bu hudutları yalnız muhafaza etmekle kalmadı, isyan eden Halep Krallığına son verdiği gibi, o zamanki dünyanın en büyük kültür merkezi olan Babil’i de zaptederek veliahtlığa layık olduğunu ispat etti.
·         Babil’in fethi, Hitit tarihi açısından büyük önem taşır. Çünkü Hititler’in  Babil’e girmeleriyle, Mezopotamya medeniyetinin kapıları Anadolu’ya açılmış oluyordu.
·         Hitit kralı başta olmak üzere, ileri gelen birçok devlet adamı, Babil kültürünün yüksekliği ve parıltısı karşısında adeta erimişlerdi. Babil kültürü Hititler üzerinde büyük bir tesir yapmıştı. Anadolu’ya aşılatmak için, pek çok bilim adamı, sanatkar, katip ve mimarı beraberinde Hattuşaş’a getirdi.
·         I.Murşili’nin Babil’i fethi, o zamanki Önasya dünyasında büyük yankılara yol açmıştı. Babil kronik yazarları ‘’Hattili adam geldi, Babil’i aldı’’ demişlerdi.
·         Babil’in zaptı ile Hitit devletinin güney  hududu Basra Körfezi’ne dayanmamakla beraber, Akdeniz ticaretini bu körfeze bağlayan Fırat kervan yolunun önemli bir kısmının kontrolü, Hitit kralının eline geçmiş bulunuyordu.
·         I. Murşili Babil’den Hattuşaş’a döndükten sonra bir saray entirikasına kurban gitmiş ve öldürülmüştü. Telepinuş Fermanında, Murşili’yi eniştesi Hantili’nin öldürdüğü yazılıdır.

·         Hantili’nin tahta geçmesiyle Puşarumma sülalesi sona ermiş ve yeni bir ‘’Gasıp Krallar ‘’ devri başlamıştı.

Asur Ticaret Koloni Çağı

·         Tarih yazıyla başlar. Fakat Mısır, Mezopotamya ve Anadolu gibi bu üç bölgede gelişen Eski Önasya medeniyetlerinde yazı M.Ö.4.Binyılın sonlarında başladığı halde, Anadolu ancak M.Ö.2.Binyılın başlarında yazıya kavuşmuştur.
·         İlk yazılı vesikalar, Kayseri civarındaki Kültepe’de bulunmuştur.
·         Türk tarih kurum 1948’de Kültepe’de yeniden kazılara başlamıştır ve bu kazılar sonucunda Kültepe’de yapılmış sonradan tepe de kazılmıştır. Kazılar neticesinde tabletlerde ‘’Karum’’ denilen  Asurlu tüccarlara ait Pazar mahallesi, tepeninde o zamanki Kaniş şehrinin harabesi olduğu anlaşılmaktadır.
·         Kültepe kazılarında dört yapı katı tespit edilmiştir. En alttaki IV. ve III. Yapı katlarında hiçbir yazılı belgeye rastlanmamıştır. Tabletlerin hepsi II. Yapı katında bulunmuştur.
·         Hammurabi dönemine ait ‘’Habur kapları’’ denilen  seramikler bulunmuştur. Böylelikle  Hitit Devleti’nin  en eski döneminin, Babilli  Hammurabi zamanı ile çağdaş olduğu anlaşılmıştır.
·         Kültepe tabletleri, Anadolu’ya  ticaret yapmak amacıyla gelen  Asurlu tüccarlara ait  ticari ve hukuki vesikalardır. Bunlar eski Asur lehçesi ve çivi yazısı ile yazılmıştır.
·         Kültepe vesikaları, ticari ve  hukuki nitelik taşımalarına rağmen o devirdeki Anadolu halkının sosyal, siyasal ve ekonomik durumuna da ışık tutmaktadır.
·         Hattuşaş ve Alişar’da da Asurlu tüccarlara ait birer Pazar yeri olduğu, bu şehirlerde yapılan kazılar sonucunda anlaşılmıştır.
·         Kültepe tabletlerinden öğrenildiğine göre, Orta Anadolu’nun hemen her şehrinde, bir şehir devleti vardı. Asurlu tüccarlar bu şehir beylerine vergi ödemek şartıyla, onların himayesi altında, şehir surlarının dışına kurmuş oldukları ‘’Karum’’  adı verilen Pazar mahallelerinde oturuyor ve şehir halkı ile ticaret yapıyorlardı.
·         Bu devirde yaşayan belli başlı şehir devletleri, başta Kaniş Krallığı, Hattuş, Zalpa, Kuşşara, Mama, Tamniya, Wahşaniya, Puruşhanda krallıkları idi.
·         Kültepe tabletlerinden biri de Mama kralı Anumhirbi tarafından Kaniş kralı  Warşama’ya gönderilmiş mektuptur. Mektupta, Kaniş kralının  babası İnar ile  olan dostluktan bahsedilmekte ve İnar’ın, Harşamna şehrini muhasara ettiği dokuz yıl esnasında, Mama memleketinin Kaniş’e hücum ettiği hatırlatılmaktadır.
·         Kaniş şehrinin son kralı olarak Warşama kabul edilmekte ve  bu kral zamanında Kaniş Krallığı’nın, Kuşşara kralı Anitta tarafından ortadan kaldırıldığı kabul edilmektedir.
·         Kuşşara kralı Anitta’dan kalan tablette, kralın zaptettiği şehirler arasında Kaniş adı geçmemektedir. Ancak Anitta tabletinde idare merkezini Kuşşara’dan Neşa şehrine naklettiğini bildirdiği için Kaniş’in Neşa şehri olabileceği ileri sürülmüştür.
·         Boğazköy kazılarında da Koloni devrinin son zamanlarına ait vesikalar bulunmuştur.
·         Koloni devrinde, Hattuş şehrinde de bağımsız bir krallık vardı. Bu krallığın akıbetini Anitta tabletinden öğreniyoruz.
·         Bu vesikaya göre, Anadolu şehirlerini kendi idaresi altında   toplamaya çalışan Kuşşara kralı Anitta, Hattuş kralı Biuşti’yi mağlup etmiş, şehri yakıp yıkmış ve şehri bir daha  iskan edilmemek için lanetlemişti.
·         Bu devirde yaşayan bir diğer önemli şehir devleti de Zalpa Krallığıdır. Bugünkü Bafra sınırları içindedir.
·         Anitta tabletinde Zalpa Kralı Uhneş’in Neşa şehrinden alıp götürdüğü tanrı heykelini geri alıp Neşa’daki eski yerine koydurduğunu ve Zalpa Kralı  Huzzia’nın  Neşa’ya hücum etmesi üzerine, Puruşhanda kralı ile ittifak ederek, onu mağlup ettiğini anlatmaktadır.
·         Koloni devrinin en güçlü şehir devleti olan Kuşşara Krallığı’na gelince;  Kuşşara şehrinin adı Kültepe tabletlerinde geçmez. Alişar tabletlerinde Kuşşara krallarının adı geçtiği için, Alişar’ın Kuşşara olabileceği ileri sürülmüştür.
·         Anitta tabletinin ilk iki paragrafında Anitta babası Kuşşara kralı Pithana’nın  Neşa şehrini bir gece baskını  ile zaptettiğini, fakat şehir halkına hiçbir kötülük etmediğini bilakis onlara ana baba gibi muamele ettiğini belirtmektedir.
·         Anitta’nın babasının ölümünden sonra ‘’bütün doğu memleketleri’’ isyan etmişti. Anitta bütün bu isyanları bastırmış Neşa, Ullama, Harkimaş, Zalpuvaş, Hattuş ve Şalativara şehirlerini zaptettiğini anlatır.
·         Kuşşara kralları o zamana kadar bilinmeyen bir taktikle, gece baskını taktiği ile, Koloni devrinin sonlarına doğru, Anadolu’nun  birçoğunu hakimiyeti altına almıştı.
·         Anitta, tabletinde,  Neşa’da yeni mahalleler kurduğunu Fırtına tanrısı ile tanrı Şiuşimmi’ye ve Halmaşuite’ye mabetler yaptırdığını, vaktiyle Zalpuvaş kralı Uhneş’in  Neşa şehrinden alıp götürdüğü tanrı heykelini getirip eski yerine koydurttuğunu anlatmaktadır.
·         Kuşşara krallarının gayretleri neticesinde, Anadolu şehirlerinin tek bir idare altına girdikleri, Orta Anadolu’da, siyasi birliğin kurulduğu anlaşılmaktadır.
·         Kuşşara krallığının Anita’dan sonraki durumu bilinmiyor.

·         Asur Ticaret Kolonileri Devri veya kısaca Kültepe Çağı denilen bu dönemde, özellikle Orta Anadolu’da  etrafı surlarla çevrilmiş, krallıkla idare edilen birçok şehir devletleri teşekkül etmişti.