14 Aralık 2014 Pazar

Osmanlı'da Misyonerler

Osmanlı topraklarına ilk gelen misyonerler Katoliklerdir. Osmanlı Devleti’nde Katolik misyonerlerin faaliyetlerinin başlangıcı 16. yüzyıl gibi erken bir döneme kadar uzanmaktadır. Fransız ve Cizvit tarikatı mensubu olan bu misyonerler hem Hıristiyanlığı yaymak, hem de İstanbul’daki azınlıkların eğitimi ile ilgilenmek üzere bölgeye gelmişlerdir. Bu eğitim-öğretim faaliyetleri sonucunda St. Benoit, St. Joseph, St. Michel ve Notre Dame de Sion gibi okullar açmışlardır. Ayrıca Dominiken tarıkatı üyelsi misyonerlerin de çabalarıyla Türk topraklarında açtıkları toplam 66 okulda 8269 öğrenci okutmuşlar ve bunları Hıristiyan kültürü ile yetiştirmişlerdir.
Cizvit ve Dominikenler yoğun olarak İstanbul, İzmir, Halep, Suriye, Filistin, Mısır, Kıbrıs ve Yunanistan’da faaliyet yapmışlardır. Bunlar kapitülasyonlardan da yararlanmışlar ve Papalığın bütün desteğini arkalarına almışlardır. Fransız Katolikler bundan başka Osmanlı Devleti ile Fransa arasındaki iyi ilişkilerden yararlanarak Roma ve Bizans kiliselerini birleştirme gayesini gütmü ş lerdir .
Fransız misyonerler, o zamanlar Osmanlı toprağı olan Suriye ve Lübnan üzerindeki çalışmaları ile de Fransa’nın bölgeye yönelik emperyalist gayesine hizmet etmişlerdir. Nitekim I. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı’nın çekilmesinden sonra bu iki bölge de Fransa’nın işgaline uğramıştır. İşte bu işgalin tarihi arka plânı o yıllara kadar uzanmaktadır. Bu misyonerler açtıkları okullar, hastaneler ve yetimhaneler ile Katolik Hıristiyanlığı yayma çalışmaları altında ülkelerinin işgalci ve sömürgeci emellerine hizmet etmişlerdir.
Fransız misyonerlerden başka İtalyan ve Alman misyonerler de Osmanlı coğrafyasına gelerek okullar, hastaneler, dispanserler ve yetimhaneler açarak faaliyetlerini yürütmüşlerdir.

Prens Sebahattin

1877’de İstanbul’da doğdu. Babası Mahmut Celalettin Paşa’nın II. Abdülhamit’le ters düşmesi ve Fransa’ya kaçması ile Prens Sabahaddin için de Paris’te yetişmek mukadder oldu. 
Paris’te Jön Türk hareketinin öncülüğünü yaptı. Başlangıçta İttihat ve Terakki Fırkası ile aynı düşüncelere sahip olmasına karşılık, Science Sociale akımının düşüncelerini benimsemesi sonucunda İttihat ve Terakki’ye karşı Osmanlı Ahrar Fırkası’nı kurdu. 1952 Paris’te vefat etti. Eserleri:
Türkiye Nasıl Kurtulabilir? Teşebbüs-i Şahsi ve Tevsi-i Mesuniyet Hakkında Bir İzah, Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i  Merkeziyet Hakkında İkinci Bir İzah, Mesleğimiz Hakkında Üçüncü ve Son Bir İzah, İttihat ve Terakki Cemiyetine Açık Mektuplar.

Batı sosyolojisi Türkiye’ye iki koldan girer. Bunlardan biri Ziya Gö-kalp’in temsil ettiği Durkheim sosyolojisi idi. Diğeri ise, Le Play (1806-1882) ekolünün takipçisi olan Edmond Demolins’in (1852-1907) fikirleri çerçevesinde Osmanlı toplumunu açıklamak isteyen Prens Sabahaddin akımıdır. 
Prens Sabahaddin Gökalp’ten farklı olarak Batı’da yetişmiş; Batı kül-türünü benimsemiş bir Türk sosyoloğudur. Bu nedenle o, Osmanlı’nın çö-küşünü Gökalp’ten farklı olarak, Türk toplum yapısında bulur ve bu yapının değişmesini ister. 
Prens Sabahaddin’in kendine has bir sosyoloji kurup geliştirmesi söz konusu değildir. Onun yaptığı iş Le Play ve Demolins’in sosyolojilerini Türk toplumuna uyarlamaktan ibarettir. Demolins’-in A quoi tient la supériorité des Anglo-Saxons (Anglo-Saksonlar’ın Üstünlüğü Neden İleri Geliyor) adlı kitabı Prens Sabahaddin’in düşüncesinin temelini oluşturur. Demolins bu eserinde toplumları kamucu ve bireyci, (Prens Sabahaddin’in Türkçesi ile “tecemmuî” ve “infirâdî”) adını verdiği iki tipe ayırır. Birinci tip toplumlarda ferdin değil ancak aile, kabile, klan ya da devlet gibi zümrelerin üstün olduklarını söyler ve buna Doğu toplumlarını örnek olarak verir. İkinci tip toplumlarda ferdin önem kazandığını, toplumsal zümreleşmenin ferdin etrafında meydana geldiğini söyler ve bu tipe de Anglo-Sakson toplumlarını örnek gösterir. Prens Sabahaddin de Demolins’in bu görüşleri çerçevesinde, yazdığı kitaplarda Osmanlı toplum yapısını “tecemmuî toplum” olarak değerlendirir. Böylece o Osmanlı toplumunun maruz bulunduğu hastalığın ana kaynağını sahip olduğu bu kamucu yapısında bulur, kurtuluşun çaresini de kamuculuktan bireyciliğe geçişte görür. 
Prens Sabahaddin, sosyal yapı konusunda, yönetim kuvvetinin durumu üzerinde pek fazla durmaz. Ona göre yönetim şekli sosyal yapının sebebi değil sonucudur. “Bir toplumu ve yönetim kuvvetini düzeltebilmek için, önce o toplumun yapısını tanımalı ve diğer yapılarla arasındaki farklılıkları belirleyebilmeli” demektedir. 
Bilindiği gibi M. Kemal Atatürk, Gökalpin milli-merkezi yönetim gö-rüşünü benimsemiş ve Türk Devleti’nin inşası tercihini bu yönde kullanmıştır. Ancak günümüzde, küreselleşme olgusunun dayatmaları, Türkiye’de merkeziyetçi yapıdan adem-i merkeziyetçi (merkez dışı) yapıya geçmeyi zorlamaktadır. Daha açık bir ifade ile Atatürk’ün Türklük merkezli milli devlet ideali, küreselleşme olgusunun tehditi altındadır.

Çimpe Kalesi'nin Alınmasının Önemi

Çimpe kalesi, Balkan topraklarının Güneydoğu kıyısında Gelibolu’da bulunmaktadır. Bu kale 14. yüzyılın ortalarında yani 1352 yılında Osmanlı Devleti tarafından alınmıştır. Osmanlı Devletinin Çimpe kalesini alması Rumeli’ye geçiş noktasında önemli bir adım olmuştur. Kalenin bulundu bölge olan Gelibolu’da Çimpe kalesinin adı Cinbi ya da Çinpi olarak geçmektedir.
Osmanlı Devletinin Çimpe kalesini fethetmesi, tıpkı İstanbul’un fethi kadar önemli bir tarihi olay olmuştur. Çimpe Kalesi alındıktan sonra Orhan Bey, Çimpe kalesini Balkanlarda askeri üs nitelğinde kullanmıştır.
Osmanlı Devleti için Çimpe kalesinin alınmasının önemi;
– Osmanlı Devleti ilk kez Rumeli Yakasından kale alarak ilk kez Rumeli topraklarına ayak basmışlardır.
– Orhan Bey zamanında Çimpe Kalesi, Balkanlarda askeri üs vazifesi görmüştür.
– Yukarıda da dediğimiz gibi kale Gelibolu yarımadasındadır. Gelibolu da stratejik yönden önemli bir konumda olduğundan dolayı Çimpe kalesinin de yeri oldukça önemlidir.
– Çimpe Kalesi, hem Çanakkale Boğazına hem de Saros Körfezine komşudur.

İspanya'da Endülüs Emevi Mimarisi

İspanya, daha önce 711 yılında Emeviler Döneminde Müslümanların eline geçmişti. Abbasi Devleti’nin kurulmasıyla Emevi halifesi Hişam’ın torunu İspanya’da Endülüs’e gelmiş ve burada Kordoba merkez olmak üzere bir emirlik kurmuştur (756).
İspanya’da 8. yüzyıldan 11. yüzyıla değin egemenlik süren Müslümanlar kendi sanatlarını, Avrupa anakarasının güneybatı ucunda görkemli bir biçimde oluşturup yaşatmışlardır. Endülüs’te dikkati çeken iki önemli yapı Kor-doba Camisi ve Elhamra Sarayı’dır.
Kordoba Camisi (786): 1. Abdurrahman tarafından yaptırılan caminin ilk şekli dokuz sahınlı ve on iki kemer gözlü bir bölüm ile re-vaklı bir avludan oluşmaktadır. Düz çatı ile kapatılan sahınlar, güney duvarına diktir. Orta sahın diğerlerinden daha geniştir.
Yüzlerce sütunla ve iki katlı kemerlerle bir ormanı andıran caminin içi, kırmızı tuğla ve beyaz taşın birlikte kullanılmasıyla göz alıcı bir manzara sergilemektedir. İlk kez bir camide at nalı biçiminde kemer kullanılmıştır.
Camiye birçok ekleme yapılmıştır. Bu eklemelerin en güzeli II. Hakem’in yaptırdığı minberdir. Minber, işlenmiş küçük tahta panolarla ve fil dişinden kakmalarla süslenmiştir.
Elhamra Sarayı: İspanya’nın Granada kentinde 14. yüzyılda yapılmıştır. Sarayın yapımında malzeme olarak kireç, çakıllı kum ve balçıktan karılan kırmızı renkli bir kerpiç kullanılmıştır. Sarayın adı olan Elhamra, Arapça “kırmızı” anlamına gelmektedir. Saray üç bölümden oluşmaktadır: Hükümdarın davalara baktığı ve halkını kabul ettiği meşver bölümü, taht salonu ile birlikte resmî kabuller için kullanılan divan bölümü ve tamamen kadınlara ait olan harem bölümü.
Sarayın iç düzeni oldukça karmaşık olup sayısız koridoru ve avluları bulunmaktadır. Mermer malzemeden yapılan duvarları çok ince işlenmiştir. Bahçesindeki aslan heykelleri ile süslü Aslanlı Havuz çok ünlüdür. 
Elhamra Sarayı, hem İspanya’daki İslam yapılarının hem de dünya sanat tarihinin en güzel yapılarından biri olarak kabul edilmektedir.

Mezopotamya'nın Coğrafi Özellikleri

Dicle ve Fırat’ın kaynak aldığı Anadolu topraklarından başlayıp Basra Körfezi’nde döküldüğü yere kadar olan bölgeye Mezopotamya denir ve sözlük anlamı “2 nehir arasında”dır.Mezopotamya'da ürün yetiştirilebilecek sıcaklığa ve yağışa sahip olan bir iklim vardır.
Ayrıca taşkın ovalarından dolayı zengin toprak niteliğindedir ve Dicle ile Fırat’ın da sulamasıyla çok çeşitli hayvan ve bitki türlerini barındırır.
Coğrafi olarak ise kuzey ve kuzeydoğusunda yüksek dağlar ve güneyinde çölle kaplı geniş alanlar bulunmaktadır.Zamanla tarıma uygun olmayan bölümlerine de sulama kanalları yapılaşmış köyler gelişmiş ve şehir haline gelmiştir.

Paleolitik Çağ'ın Özellikleri

Tarih öncesi uygarlığının gelişme sürecinde, kültürel evrelerin en uzunu ve buzul çağlarının kültürel karşılığı olan; insanlığın ilk ortaya çıkışından, M.Ö yaklaşık 10.000 yıl öncesine kadar süren arkeolojik çağ. Bu çağda çaytaşı, çakmaktaşı, hayvan kemikleri ve ağaç gibi doğal maddelerden yapılan ilk aletlerin kullanılmaya başlandığı ve insanların mağara, kaya sığınağı gibi yerlerde "büyük gruplar"/"kalabalık aileler" biçiminde yaşadıkları bilinmektedir.

Paleolitik insan, besinini avcılık ve toplayıcılık yoluyla tüketime hazır olarak sağlamakta; kendisi besin üretmemekteydi. Ateş, bu çağda bulunmuş ve çiğ yenemeyen besinleri pişirmeye, ısınmaya, yırtıcı hayvanlardan korunmaya yaramıştır. Mağara ve kaya sığınaklarının duvarlarına çizilen resimler yine bu çağın belirgin özelliklerindendir.

Paleolitik Alt, Orta ve Üst olmak üzere üç alt döneme ayrılmaktadır. Epipaleolitik Çağ ise, doğayı denetimi altına almaya başlayan insanın, besi üretimine geçişinin hemen öncesinde yer alan çağdır. Anadolu ve Trakya için ise, bugüne kadar bilinen 212 Paleolitik/Epipaleolitik yerleşme arasında Yarımburgaz (İstanbul) ve Karain (Antalya) mağaraları, bu çağı en iyi yansıtan yerleşmelerdir. 

Orhun Yazıtları



Orkun Yazıtları bir çeşit siyasi hatırat, tarih ve beyanname niteliği taşımaktadır. Orkun Yazıtlarında ve Orkun-Yenisey bölgelerindeki çeşitli çağlara ait diğer yazılı belgelerde işlek bir nesir dili göze çarpar. Bu durum, Türkler arasında, Gök Türkler'den önce de bir okuma-yazma durumu olduğunu gösterir. Orkun yazıtları hitâbet üslubu ile yazılmıştır. Bilge Kağan'ın yeğeni Yolluğ Tigin'in yazdığı Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarında, Bilge Kağan, atalarının nasıl devlet kurduklarını, tahta geçtiği sırada devletin ne durumda olduğunu, kendisinin ne gibi önemli faaliyetlerde bulunduğunu, bir dereceye kadar milletine hesap verir gibi, zaman zaman gururlu bir anlatımla ortaya koymuştur. Kül Tigin ve Bilge Kağan Yazıtlarının önemli bir kısmı aynıdır. (Kül Tigin Yazıtı güney yüzü Bilge Kağan Yazıtı kuzey yüzü, Kül Tigin Yazıtı doğu yüzü Bilge Kağan Yazıtı doğu yüzü)... Kül Tigin Yazıtının diğer bölümlerinde yine Bilge Kağan, Kül Tigin'in başarılı hizmetlerinden söz etmektedir. Kül Tigin ve Bilge Kağan Yazıtlarında adı geçmeyen Bilge Tonyukuk, kendi yazıtında Bilge Kağan'ın askeri başarılarında büyük rol oynadığını, yönetimde de yapıcı faaliyetlerde bulunduğunu anlatmaktadır...